Hangi hakkınızı helal ediyorsunuz ey cemaati müslim
Biyolojik saatimin ayarının bozuk olduğunu okuduğum haberlerin gözünün içine batan iğnenin deliğinden geçen ipliğin acısını yaşadığımda anlıyorum, dalıgınlığım da zaman zaman'da danklanşöre takılan kareler.
Hani bakışlarını, başka çocukların oyuncaklarında unutup yutkundukları, elindeki tuğlalı, mendilli, kürekli resimlerini gördügümde « kurban olurum ben size » deyişimin arkasında sarkıldığım derin boşlukta gördügüm gerçeklerle yüzleştigimde, hani Hazreti İbrahim bıçağı dayamıştı ya İsmail'in boğazına, ışık bıçağın sırtında dengesini bulunca rüyasındaki sonun sonsuzluğunda kurbanına kurban gelmişti ya göklerden.
Ses duvarını aşmış bilime tökezliyen koça mı yansam! Geçmişin hikaye seline takılan ömürleremi? Tarih bir virgül hacmi kadar direnebilseydi kurulan cümlelere, ne körpe kuzuların boynunda kanardı bıçaklar ne de çocuklara gerdek olurdu ölüm.
Tarih dik dursaydı biraz, Yemen'de kırk yaşındaki öküz ağırlığında bir adama verilen sekiz yaşındaki bir çocuğun patlayan iç organlarında kanayan ölüm, gözleri tavanda kalmış cansız bir çocuğun vajinasında kör etmezdi bugün insanlığı, hayır, hayır tarih tekerrür ediyor sadece, boynumuzun kökünde utançlar biriktirerek.
Dinamit atılmış nehir'in üzerinde, suyun alıp götürdügü balık cenazelerine takılan hafızam oltaya atılmış yem gibi kapıp kayboluyor uzaklara ve üç saniyede yaprak degiştirip sonbahara geçiyor hayat. İçimde dönüp duran sıkıntıya bulaşıp başımı kaldırıyor göğe, duvara toslamak gibi, başındaki pansumana dokunup nerede olduğunu anlamaya çalışmak gibi .
Seni düşündüm birden, yarım kalan yağmurların başını alıp gitmiş bulutu buhar olmuyor işte, ne zaman dara düşse yüregim orada seni tarif ediyor meteoroloji. Ama gerçekler her daim su yüzünde kirli kalan naylon misali akıp giderken akıntıya, ne aşk kalıyor ne şiir, nikahlar kıyıp boşanan ve boşaldıkça boşverilmiş kadınlar sokağında üst üste yığılan intiharlara bakıyorum Rojeva'dan, Pozantı kimin ülkesi acep? Nereye düşer alkol kokan özel timcilerin nefesi kadar yakın duran vatan? Adı rewandı insanlğı kan revan içinde bırakan müminlerin diyarında gözlerini minik elleriyle kapatıp yeni ögrendiği rakamları saymaya başladığında sekizde durdu, oyun bitmişti, artık orta çağdı çünkü. Hazreti İbrahim'in gördügü rüya bu gün kuzuların boynunda fışkıran kanda 'temizliyorken' insanlığın günahını, Ayşe'nin gerçeğinde ise iç organlardaki kanamada öldürüyor vijdanı. Şimdi minnacık bedeni ile musalla taşı üzerinde uzatılmış çocuğun üzerinde bir hakkınız varmı diye soruyorum, hangi hakkınızı helal ediyorsunuz eyy cemaati müslim...
Çarşafları kirli yatakların abdestli yaratıklarına uzatılan eller ürktüyor beni, kirli kentlerin duvarlarına yapışmış sidik kokusuna yapışan sineklerin mide bunaltıcı vızıltısı oluyor her şey, kör bıçakların sırtında aldığınız her can günahınızdan düşüyormuş cennet'te, ben de her gün hesabınıza kurban ettiğiniz çocukların intikamını ekleyeceğim bir bir ve kurban edecegim sizi tecavüz etiginiz her kadına, geleceğini çalıp nefsinizin pasında kaybettiğiniz çocuk gelinlere.
Sonbahardır, göç zamanı doğaya gelmiştir, yapraklarda bir telaş, nehir akmıyor gibi duruyor karşımda. Sokakta top oynayan çocukları pencereden azarlarlayan annelerin « hadi eve gel çabuk » deyişi gibi hafızama sesleniyorum, gel haydii, oysa, top sahibi çocukların çektigi her şutu görmezlikten gelip yediğim gollerle dolu geçmişe geri giden hayellerimi, köprü açılışı kurdelası gibi, makas tam ortasından koparıyor, kim bilir belki beş taş oynarken köprü yaptığın parmakların altında kayan bir taş bir zamanlar koca bir kayanın görkemli duruşuydu ve fırlatılıp atılan ufacık bir nesneye bürnüp unutmuşluğa bırakılmış halidir şu anda suya fırlatmayı düşündüğüm.
Ben sokak çocuklarının hayal kırıklığı üzerinde inşaa edilmiş devrimciyim.
Ben evden kaçan kızların pavyon mafyasına karşı çatışan silahlanmış örgüt militanıyım.
Ben dağda tanrıya en yakın ses olan Delila ve ölüm orucunda piyano çalan Ayça idil'im, diyip fırlatıyorum taşı nehire.
Beynimde sevişen harfler karıncalı izler bırakmadan sayfalara, şiddetli öpüşmeler ile çarpışan bulutlar, yıldırım gibi düşmeden yüreğime, dön haydi..
Sonrası gidilmişliktir, it gibi titremektir, kaçakçılara üye olmaktır diye yalvarıyorum hafızama. Mürekkebi bitmek üzere olan kalemlerin çizdiği çizgilerdeki boş aralıklar gibi kesilmiş anılarımı toplama ardımdan!
Bırak tutukluk yapsın nefesim, metroda farelerle son ekmek kırıntısını paylaşan vijdanımı neon ışıkları kapatsın , istemem bırak tam sekiz gündüz sekiz gecede bana ulaşan güneşin ışıklarına gölge gibi düşme yeter.
Bak, Rewan Yemen'de sekiz yaşında gelin, Adıyaman'da diri diri gömülen on altısında Medin'e, Rojeva'da imamın bir tek kadına kıydığı tecavüzlü nikah ve elleri sandıkta ayakaları boyayan kahverengi bakışlı çocuklar, bayramlarda öyle yoksul öyle mutsuz bakıyorlar fotoğrafçılara, ben size kurban olurum, bayram dediginiz nedir ki?
Kutluyorsa katiller, tecavüzcüler, kutluyorsa, yasakçılar ve ortaçağda kılıç zoruyla başını secdeye egenler, kutluyorsa Ali İsmail'in katilleri, Ethem'i yakın mesafeden öldürenler, Diyarbakır'da domuz bağcıları kutluyorsa eğer! Siz kutlamayın çocuklar, sizin kurbanınız benim, gönüllü darınızda duran.
Ayşe gerçek idi İbrahim'in gördügü ise sadece rüya.
Tarih yavşak olmayıp kurulmasaydı yalanlar üzerinde, görkemli katedrallerde subyancı papazlar, kiliselerin serinliğine akan çocuk kanlarına basarak yükselmezdi göklere. Masum kuzuları bekliyen bıçaklar bilenirken, omuzuma çarpan kadının telaşına « pardon » dediğimde, Montparnasse garında olduğumu hatırlatıyor toplanan hafızam.
Baktım etrafımdaki umursamaz telaşçılara, baktım valiz dolu makyajlar altında yorgun yüzlere. Sonbahar geçiyordu Paris'ten, uzak kentlerin ağırlıği yüklüydü bavullar, ihanet yüzlerinde okunuyordu, sevişmelerden arta kalan yüzler doluyordu istasyona.
Seni düşündüm, Paris'ten geçiyordu sonbahar ..
Hasan AĞIRDAĞ